Wednesday 25 August 2010

Az Önce Ağızlara Layık Bir Kek Yedim

Merhaba,

Aranızdan bazıları (annem oluyor kendileri) bu çocuğun buralarda ne yiyip içtiğini merak ediyor olabilir... Az önce, çok güzel bir brownie yedim. Akşam yemeği sonrası tatlısı...

Buralarda yemekler, neredeyse her zaman çok güzel oluyor. Bahçeden toplanan sebzelerle meyvelerle salata tarzı aperatifler; makarna-prinç ikilisinin farklı kombinasyonlarından oluşan mükemmele yakın soslarla bezenmiş yemekler falan yeniyor. Arada tatlı seçenekleri sunuluyor...

İçecek olarak, genelde bira oluyor tercihim. Farklı meyvesuları, şarap, kahve, ara sıra da çay tercihlerim arasında yer alıyor.
Ayrıca müzik dinlemekten, kitap okumaktan hoşlanırım. Yarışmacı arkadaşlara başarılar dilerim..

Neyse, az önce çok güzel bir brownie yedim...

öpüyorum

Sunday 22 August 2010

La Sorga

Selam herkese,
Biraz da, bir süredir yaşadığım yerden bahsedeyim size...
La Sorga...
Hemen söyleyeyim, bazı ilginç şeyler dışında burası gayet güzel bir yer. Geldiğimizin ikinci günü bir mağaraya gittik. Gizliden gizliye gecenin bir vakti, bir yerlerde bir mağara girişi bulduk. Kıyafetler falan giyildi. Aynen mağaraya hücum. Yaklaşık on kişi falandık. Bol bol içki içildi, kafalar güzel bir şekilde mağaraya geçiş yapıldı.

Bu sarı şık kıyafetin içindeki bebe benim...
Giymesi zor, çıkarması zor bir kıyafet. Mağaraya girmeden önce de demlendik biraz.




O kadar dar, o kadar sıkışık yerlerden geçtik ki, bir yandan çok korkutucu, diğer yandan, inanılmaz derecede de eğlenceliydi. Yandaki fotoğrafta, küçücük girişin içindeki eleman Çiko. Fotoğrafa gülümseyenler de Benjamin ve Thierry..

3-4 saat mağaralarda gezinerek zamanımızı geçirdik. Çok eğlenceliydi.

Buralarda hayat çok sakin geçiyor. Günde 4-5 saat çalışıp - çalışmak derken, öyle sabahın köründe kalkmaktan behsetmiyorum, kafana göre uyanınca millete yardım ediyorsun- akşam üzeri takılmacalar falan... İnsanlar iyi, sevecen, yardımsever...
Bir de anlatmam gereken bir şey var: Tuvalet işi
İşte, tuvalet diye tabir edilen yer burası. Büyük bir kovaya yapıyoruz yapacağımızı. Su yok, musluk yok...





Ama sıkı durun, bunlar sorun olmayabilir sizin için. Bir de şu yandaki durum var: (Türkçesi)
Komposto Tuvaletine Hoşgeldiniz.
Mümkünse, işemekten kaçının. İşiniz bitince, tuvalete bir kap odun talaşı atın...

Taharet musluğu.... Özledim seni...

Tek bir sorunum var. O da Türkçe konuşmayı özlüyorum bazen. Ya da şöyle diyeyim, bazen hakkaten konuşmayı özlüyorum. Çok az kişi İngilizce konuşuyor. (Tahmin edebileceğiniz gibi, kimse Türkçe konuşmuyor.) Bu da bazen can sıkıcı bir hal alıyor, konuşmayı seven bir adamın, hatta saçmalamalarıyla ünlü bir adamın hiç konuşamaması, saçmalama işini de İngilizce becerememesi, hakikaten de can sıkıcı olabiliyor.
Tek tesellim içki... Şaka lan şaka.. Ne içkisi... Hergün içiliyor burada ama teselli niteliğinde değil. Şaka lan... Ciddiyim..

Neyse güzel insanlar, bir kaç gündür hasta gibiydim. Hatta dün bir kusma olayı yaşadım. Ama akşamında çok iyiydi durumum.. Korkacak bir şey yok.

Bir kaç gündür sorguluyorum kendimi: Böyle bir yolculuğa çıkmakla hata mı ettim?
Bunun üzerine çok düşündüm. Düşündüm, düşündüm, düşündüm... Ve şöyle bir sonuca vardım:
Bence çok iyi etmişim. Gayet keyifli, sorunsuz, sıkıntısız bir hayat yaşıyorum. Ve işin en güzel tarafı, istediğim an istediğimi yapabiliyorum. Hiçbir bağım yok, hiçbir yerle...
Bu da beni bir hayli motive ediyor açıkçası... Bir hafta kadar daha buralardayım... Sonra da istediğim bir ara kaçacağım. Yolculuğa devam...

Öpücükler...

Monday 16 August 2010

Follower'larım ve Kim Olduklarını Bilmeme Sorunsalı

Merhaba kim olduğunu bilmediğim takipçilerim.. Nasılsınız? Umarım süpersinizdir..
Ben de iyiyim, sağ olun.. Hala aynı komünitede takılmasyon hayat yaşıyorum. Burası çok güzel bir yer. Burasıyla ilgili izlenimler daha sonra aktarılacak blog'a.

Şimdi sizden bir iki isteğim olacak... Neden profil fotoğrafı olarak bir resminizi koymaktan ziyade ilginç ilginç resimler yerleştiriyorsunuz? Bir de neden kendi isminizi kullanmıyorsunuz? Hadi sizi bir şekilde anladım diyelim, neden böyle gizli saklı davrandığınızı, isim-resim konusundaki gizliliğinizi. Sizi de CIA arıyor olabilir. Bunlar sadece filmlerde olacak şeyler değil. Ya da kendinizden nefret neyn ediyor olabilirsiniz. Bunlar anlaşılır şeyler...

O zaman şöyle bir mail atın bana: Alper'im Konali'm, bak ben senin blog'una üye oldum. Takip ediyoruz ailecek... Kullanıcı adım şu, orada... Ama aslında benim adım bu bu.. Ne güzel olurdu, değil mi?



Merhaba, ben yeni takipçin: çikolotti... Bil bakalım ben kimim?
Olmuş mu?
Olmamış...


Ama yine de hepinizi çok seviyorum... Güzel insanlar sizi...

Thursday 12 August 2010

Brüksel Sıkıntısı, Reggae, Çiko

Brüksel’den sonra tekrar karşınızdayım.


Neler oldu Brüksel’in Leuven kasabasında? Hemen söyleyeyim: Çok ilginç bir çiftlik yaşamında çok ilginç insanlarla çok ilginç konular üzerine çok ilginç sohbetler ettik. Yok lan, şaka şaka… Çok ilginç sohbet nerede edecez, kimse ortak bir dil kullanmıyor ki…


Bir kere, bulunduğumuz mekan tamamen bir köy yeri gibiydi. Küçük bir köy gibi… Kahvehanesi eksik sadece… Tavuklar, başıboş köpekler, köy kokusu, köy hayvanı kokan mutfak, selam sabahı unutmuş insanlar falan… Çok garip bir yerdi.. Ayrıntılı bilgi için: De Beraklauw

Burada mekan çok şık gibi gösteriliyor, ama inanın değil...


Şimdi diyeceksiniz ki “Madem öyle bir yerdi bu Beraklauw denen yer, neden 9 gününü orada yedin bitirdin?” Hemen cevap vereyim, çünkü hafta sonu Geel denen yerde bir festival vardı. Reggae festivali. Bob Marley falan… Biz de çapati (tipik Hint ekmeği) yapıp satmaya çalıştık. Olmadı tabii. 30 tane falan sattık. Barış – ki Barış benim için Beraklauw’u yaşanır kılan tek neşe kaynağımdı –, ben, bir de Ivan denen İspanyol arkadaş… Biz ona “Çiko” diye hitap etmeye başladık. Bundan sonra da ondan Çiko diye söz edeceğim.


Neyse, biz 3 bebe, yaptığımız 450 çapatinin 30’unu zar zor satıp planladığımız başarıya ulaşamayınca biz de sittirettik çapati satma işini. Kendimizi içkiye ve eğlenceye verdik. 30 boş plastik bira bardağı toplayana 1 bira verildiğini duyduk ve yerden, sağdan soldan boş bira bardağı toplamaya karar verdik. Topladığımız bardak sayısı, yalan söylemeyeyim ama, tüm gece boyunca 1000’i falan geçti. Çünkü bir kere 14 bira bileti, diğer seferde de 15 bilet aldığımızı hatırlıyorum. Öncesinde tek tek toplanan biletler de var… Artık hesabı siz yapın derim ben..


Gecenin sonunda reggae müziğine dayanamayacak bir halde çadırıma gittiğimi hatırlıyorum.

Festival kafamız bir dünya, keyfimiz yerinde geçip gitti, derken tabii yine Beraklauw’a dönme vakti geldi çattı. Pazar gecesini orada geçirip ertesi gün aynen kaçış…


Barış zibidisi Berlin’e dönüş yaptı. Ben de Çiko’yla, Çiko’nun daha önce 8 ayını geçirdiği Fransa’nın bir yerindeki başka bir çiftliğe doğru yola koyuldum.

Yurena'nın arabasıyla Fransa'nın bi yerine kadar gittik.


Bu yolculuktan bahsetmeden önce size biraz Çiko’dan bahsedeyim. Bu adam İspanyol. 24 yaşında ve iki sendir yollarda. Herif bir sene boyunca İspanya’yı dolaşmış, Portekiz’e gitmiş, sonra Fransa’da, bu bahsedeceğim komünitede 8 ay yaşamış falan falan. Anlattığına göre yola çıkarken cebinde 6 € varmış. Otostopla gezmiş. Orada burada yatmış, sağda solda iş yapıp kazandığı parayla yola devam etmiş. Yaşadığı komünitelerden kıyafet, yiyecek, çadır falan sağlamış kendine. Çok süper bir çocuk. Beş parasız yaşıyor hayatını, ama şu ana kadar gördüğüm en keyifli, en mutlu adamlardan bir tanesi. Korkmayın korkmayın… Böyle bir yaşamı seçmeyeceğim (Anneniz-babanız sizin de blog’unuzu okusaydı siz de böyle telkin edici cümleleri blog’unuza sıkıştırmak zorunda kalırdınız).

Ama bu adam bana hakkaten de beş parasız hayatta kalınabileceğini ve bir insanın en küçük bir şeyden nasıl da mutlu olabileceğini gösterdi.


Neyse, biz bu adamla 3 gün otostop motostop, biletsiz trene binip, trenden atılmalar falan, bir şekilde Fransa’nın Sarlat denen kasabasına vardık. Bir gece Paris’te bir kanalın yanında sokakta tanıştığımız bir kız bir erkek iki gezginle beraber dışarıda uyku tulumlarında yattık. Bir gece de Orleans yakınlarında bir kasabada bir evin arka bahçesinde zıbardık. Sabah Belçikalı bir çift bizi yoldan aldı. Bunların kanına girdik. Bizimle gelmelerini sağladık. Onlar da tatildeymiş, kafalarına göre takılıyorlarmış falan. En sonunda istediğimiz yere vardık. Burası da bir komünite. Çiftlik gibi. Ama köy yeri gibi değil. Adı La Sorga. Daha yeni geldik. Çok güzel bir yere benziyor. Bakalım… En kısa zamanda burası ile ilgili de yazacağım size..


Öpüyorum…

Wednesday 4 August 2010

Berlin Anıları ve Yeni Yerleşim Yeri

Selam herkese,
Yine küçük bir aradan sonra blog'u güncelleme zamanı... Ahhhh Berlin!!! Ne şehir.
Şimdi anlatayım size Berlin'de gördüklerimi yaptıklarımı. Berlin denen yer resmen sanata adanmış, çöplük gibi bir şehir. yaptığın herşey sanat adı altında katlanılabilir hale sokuluyor. Sıcaktan mı bunaldın? Çıkar donunu atletini, sokakta çıplak dolaş. küçük şaşırmalar dışında sokakta kimse yadırgamıyor. Elinde bir şişe ve çatal mı var, vur çatalı şişeye otur bir yere, tuttur ritmini, millet sana para versin... Sanat...
Neyse, ilginç bir şehir işte. Ben size beni paşalar gibi ağırlayan arkadaşım Zeki'den bahsetmek istiyorum. Adam tam bir organizasyon adamı. Başın mı sıkıştı. Ara Zeki'yi çözüm bulsun. Süper bir şahıs kendisi. Süpersel stüdyomsu evinde ağırladı beni. Bisiklet kiraladık, şehirde küçük bir tur yaparak gerekli gereksiz tüm bilgileri verdi Zeki.
Alkışlarınızı duyar gibiyim... Ben de çok alkışladım Zeki'yi.. Neyse Zeki'yi övme işini bir yana bırakalım. Süper insan... Yeter..
Bütün bir haftayı Zeki'de kalarak geçirmedim tabii. İki yıl önce evimde ağırladığım bir arkadaşla karşılaştım Berlin'de. Bu yandaki zibidinin adı Barış... Kendisi bir yönetmen. Son filmi için Berlin'e gelmiş. Herif çok eğlenceli bir adam. Her akşam Berlin'de köprüye gidip içiyorduk falan falan.. Bunun arkadaşı var bir de, Marija. Sırp... Marija Belçika'daki çiftlikte çalışma işinden bahsetti.. Biz de gaza geldik Barış'la. Hadi dedik gidelim otostopla. Berlin-Brüksel... İki gün. Yukarıdaki fotoğrafta da Barış'la beni görüyorsunuz... Burada 5 saate yakın bekledik. Moraller bozuk falan... Neyse ki yakında bir Burger King vardı. Oraya yemeğe gittik 5 saat sonunda. Türk bir adamla tanıştık orada. Murat abiydi sanırım adı... Adam bizi çok şık bir yere bıraktı. Sonrası da çorap söküğü gibi geldi falan falan...
Şimdi nerede miyim? Belçika'nın Brüksel kentinin Leuven denen taraflarındayım... Bir çiftlikte. Burada biraz iş yapıp beleşe kalıp beleşe yiyoruz. Bayağı bir kişi var etrafta. Yaklaşık 20 kişiyiz. Her dilde konuşuluyor burada herkes birbirini anlar gibi davranıp bir bok anlamıyor. Çok eğlenceli oluyor bazen. Bazen de çok sıkıcı.
Neyse burasıyla ilgili şeyleri sonra yazarım sanırım...
Öpücükler...