Thursday 23 December 2010

Ankara Günleri

Geziyi tamamladık, blog yazma işini bitirdik sanıyorsunuz değil mi? Yooo, yok öyle bir şey.
Bence de...
Buraya yazmamamın sebebi hayatımda çok fazla ilginç olay olmamasından kaynaklanıyor.. Biraz da üşengeçliğim diyelim..
Şimdi hemen size geldiğimden beri günlerimin nasıl geçtiğini özet şeklinde yazayım.

İlk önce sorular sorarak işe başlayacağım.
İşi gücü olmayan adam ne yapar? Uyur... Hem de çok uyur.. Ben de bunu yapıyorum.. Sabahın köründe kalkmak için bir sebebi olmayınca insanın, o kişi eşek gibi uyuyor gün boyu.
Neyse, her gün yaratıcılığımı artırıp yapacak şeyler buluyorum kendime bir şekilde.. Oyalanacak şeyler diyelim isterseniz. Evi toparlamak, bulaşıkları yıkamak, duş almak, diş fırçalamak gibi yaratıcı şeyler bunlar :)

Haaaa, bu arada, süpersel arkadaşlarım Süzer ailesi ile birlikte ikamet etmekteyim.. Yaratıcı işlerime Kato'yu dışarıda dolaştırmayı da ekleyebilirsiniz :)

Neyse, şimdilik budur durumlar.. Üşenmeden yazabildiğime ben de çok sevindim..

Öpüyorum ve sarılıyorum...

Monday 29 November 2010

Home Sweet Home, Ankara

Ben yine Ankara'ya döndüm...
Zagreb-Ankara.. Uçak yolculuğu... Anlatacak çok şey yok.. Evet, kendimle gurur duymuyorum..

Eve dönmek istedim bir an önce... İyi de oldu.. Aileye sürpriz...

Öpücükler..

Saturday 27 November 2010

Götüm Yemedi

Ben şimdi bisikletle yola çıktım ya, iki gün sonunda baktım ki bu bisiklet işi kışın dağlarda gezmece şeklinde yapılacak iş değilmiş...

Gecesi soğuk, gündüzü soğuk... Ayakta 3 çift çorap -birisi kalın çorap olmak kaydıyla- varken bile insanın ayakları donarsa yolda, bu işte bir salaklık vardır diye düşünmeye başlıyor insan...

Peki ben ne yaptım? Dönüşte bir tane tıra otostop çektim. Sağolsun yaşıtım şoför ne güzel aldı bisikletimi, çantalarımı falan, beni de Zagreb'te bıraktı... Küheylan'la ilk otostopumuzu da çekmiş bulunduk.

Sonuç: Bisikletle gezmece olayına iyi bir başlangıç yapamamış olabilirim ama otostop konusunda çok başarılı olduğumu söylemek isterim...
Yürü be Konali! :)

Öpüyorum dostlar..

Friday 19 November 2010

Bulgaristan Vizesi

Selam,
Rota belli oldu...
Hırvatistan, Karadağ, Kosova, Makedonya, Bulgaristan, Türkiye...

Aha bu da Bulgaristan vizesi...
















Bu arada, bisikletim canavar gibi oldu. Son modifikasyon işlemlerinden sonra Küheylan ve ben yola hazırız... Evet doğru, bisikletimin artık bir adı var: Küheylan... Bisikletin son haliyle, ıssız gün batımına doğru atını süren kovboy gibi hissediyorum kendimi...

Öpücükler..

Tuesday 16 November 2010

Götü Kolla

Süpersel bir mesaj.
Yola çıkmadan önce iyi oldu:

Monday 8 November 2010

Yeni Yol Arkadaşım

Selam herkese,

Saçımı kulak arkası yapabilmemin dışında farklı şeyler de oluyor hayatımda...
Mesela, yeni bir yol arkadaşı edindim kendime...
Süpersel özelliklerde bir bisikletten söz ediyorum.













Gördüğünüz gibi kendisi neredeyse uçmaya hazır bir uçak gibi...
Çok şık!!!!

Öpücükler...

Saçım Uzadı, Artık Kulak Arkası Yapabiliyorum

Düdük gibi oluyor...

Sunday 31 October 2010

Happy as Puppy

Çok mutluyum!!!

Bunu paylaşmak istedim sizlerle...

Monday 25 October 2010

Zagreb Ünlüsü

Selam selam selam,

Geçen cumartesi yine yeni yeniden bedavaya sarıldım millete... Ve akşamında ulusal kanalda haberlerde boy gösterdim...

Size, son 1 dakikasını göstereceğim haberin... Ses ve görüntü arasında senkronizasyon sorunu var. Bana Hırvat halkının sarılmaktan pek hoşlanmadığını söylüyorlar; bense, bildiğim kadarıyla sarılmayı çok sevdiklerini söylüyorum. Sonrasında da Hırvat başbakanın Slovenya başkanına sarılmasını gösteriyorlar. Falan falan...

İzleyelim...



Neyse, günün gecesinde, saat 4'te bardan çıkarken kızın biri yanıma yanaşıp, tanıyorum ben seni, dedi, televizyonda gördüm... Sonrasında sarılma faslı tabii ki..

Zagreb'te tatlı bir tanınmışlığım var bu aralar.

Öpücükler...

Tuesday 19 October 2010

Free Hugs

Herkese selam,

Geçen cumartesi günü Zagreb'in ana meydanında güzel Hırvat halkıyla tatlı tatlı kucaklaştım. Ve bunu da videoya çektim, daha doğrusu, videoya çektik. Marijana yardımcı oldu... Marijana kim mi? Hostelden arkadaşım...

Videoda biraz şişman ve kısa boylu görünüyorum. George Costanza misali... Sebebi kilo almam falan değil. Marijana'nın çekimi 90 derece ile yapması. Sonradan klibi hazırlarken görüntüyü 90 derece döndermem gerekti. Bu sebeple görüntü kalitesi biraz saçmaladı.

Neyse, buyrun..




3 saat sonunda yüzlerce insanla kucaklaştım. İnanılmaz derecede güzel bir duygu. Herkese tavsiye ederim. Bir çok kişiden şöyle şeyler duydum: "Buna ihtiyacım vardı! Bir daha sarılayım..."

İnsanların buna ihtiyacı var. Ne duruyorsunuz haydi sarılın yanınızdakine... Ehheehehe... Böyle bir şey demeyeceğim tabii ki... Ama siz sarılın yine de yanınızdakine...

Öpücükler ve kucak dolusu sevgiler...

Sunday 10 October 2010

Hostel

Herkese tekrar selam,

Kısa bir aradan sonra tekrar aranızdayım. Zagreb dedik, Zagrep dedik... En sonunda, Zagreb olsun diyorum.

Bu güzel kentin en güzel hostelinde bir iş buldum kendime... İki günde bir gece vardiyası yapıyorum... Size şöyle anlatayım yaptığım işi: Yattığım yerden para kazanmaca... Gece 12... Sabah 8... Bir de ölü sezon olduğundan, çok fazla da iş yok... Tam anlamıyla yatıışşşş.
Bedava kalacak yer, yemek ve üzerine de eğlence için az bir miktar para veriyorlar... Hostelde içkiler bedava.. Daha ne ister ki bir insan? Gerizekalı gibi konuşma, demeyin, bence gayet güzel bir iş...

Bir ay kadar buralarda takılmayı planlıyorum... Belki, diyorum, buradan bir bisiklet alırım, sonra da Türkiye'ye bir dönüş yaparım, bir iki aylığına...

Kafamda bisikletle Asya'ya açılmak gibi bir plan var... Bakalım...

Öpücükler..

Wednesday 29 September 2010

Zagreb miydi Zagrep miydi?

Bu soru kafamı kurcalarken, bu şehirde yaşadıklarımdan bahsedeyim size...

Bence, Hırvat halkı müthiş bir halk. Güleryüzlü, yardımcı, sevecen, güzel insanlar. Burada şımarmak çok kolay. Şımarmak, benim için zaten kolay olan bir şey. Bir de yabancı olduğum için, ayrıca bir bonusum var...

Neredeyse herkes İngilizce biliyor. Bilmenin dışında, çok da güzel kullanmaya çalışıyorlar İngilizcelerini. Grameri olsun, kelime dağarcıkları olsun, telaffuzları olsun çok uğraşıyorlar konuşurken, sağ olsunlar.

Asıl, burada "1001 Gece" diye bir dizi vardı ya, onu izliyor insanlar. Hastası olan da çok. Hırvatistan'da en çok izlenen dizi olduğunu söylüyorlar. Ben de gördüm televizyonda. Altyazılı falan, orijinal diliyle yayınlıyorlar. Her ne kadar hiç izlememiş olsam da diziyi, saçma bir şekilde böbürleniyorum... Aslında böbürlenme değil de, adamlarla ortak bir noktada buluşabilmenin keyfini yaşıyorum sanırım. Ne saçma!!!

Burada ilk gece tren istasyonunda uyudum. İkinci gece bir köprü altında çadırımı kurdum. Sonraki gecelerde de couchsurfing'den bulduğum birinin evinde kaldım. Hala da aynı evdeyim. Yaklaşık on gün falan oldu. Ev sahibimin adı Ema, ve ev arkadaşı Jelena. Jelena hakkında çok bir şey diyemeyeceğim ama Ema şu ana kadar evinde kaldığım en iyi ev sahibi... Süpersel biri.. Yardım etmek için kıçını yırtıyor, canım benim. Ema'nın soyadı Malkoç... Gerçekten... "ç" harfi böyle yazılmıyor ama böyle okunuyor.. Bence çok komik.


Kendinize iyi bakın güzel insanlar...

Tuesday 21 September 2010

İddia Ediyorum

İddia ediyorum, hayatı buyunca otostopçu görmemiş Avrupalı sürücü yoktur. Yarısını ben gördüm zaten yollarda...

Bunu çok düşündüm. Şimdiye kadar yanımdan gülerek, somurtarak, "burada otostop yapamazsın, kimse almaz seni" dercesine el işaretleri yaparak geçen, durup beni alan, durup sadece gideceği yönü sorduğum, durup tam ben yanına gelecek
ken sittirip giden -bu adamlara burada ağzıma alamayacağım yakıştırmalar yapıyorum yollarda-, yanımdan geçerken "nasıl yani?" bakışı atan o kadar çok sürücü oldu ki, toplasan Avrupa'nın yarısı falandır herhalde...

Bir de yolda karşılaştığım diğer otostopçular var. Onlar da bir o kadar görse, herhalde otostop çeken görmeyen Avrupalı yoktur...

Bu bilimsel saçmalığımla sizleri selamlıyorum..

Öpücükler efenim...

Barış'la 5 saat boyunca otostop çekerken kaç kişiye küfür ettiğimizi bırakalım da kendisi anlatsın isterseniz...

Sokacam Makedonya’sına da Üsküp’üne de

Selam,

Fransa’dan yola çıkışımın üzerinden 7-8 gün geçmesine rağmen Üsküp’e ulaşamadım. Burada bir festivale katılacaktım. Olmadı. Sırbistan sınırından yine dönmek zorunda kaldım. Bir sırp arkadaşım bana Sırbistan ve Türkiye arasındaki vize olayının kalktığını söylemişti. İnandık. Saftık...

Burada havalar pek güzel değil. Otostop yolculuğunu bırakıp trenlerle yolculuk etmek zorunda kaldım. Bu aralar biraz düzeliyor hava durumu...

Hayatım Nuri Bilge ceylan filmlerine döndü. Uzun sessizlikler yaşıyorum tren beklerken, otostop çekerken. Zagreb’e dönmek zorunda kaldım en sonunda. Üsküp’e gitmek için uçak seçeneğini bile gözden geçirdim. Yaklaşık 150€ dediler, hemen arkamı dönüp uzaklaştım mekandan.

Dediklerine göre bir festival varmış burada. Şimdi ona gideceğim. Bir süre buralarda takılmak en iyisi diye düşündüm. Bir şekilde yolum buraya düştü. Belki, Hırvatistan’ın güzel sahillerini dolaşırım bir ara.

Öpücükler..

Süzer’e not: Dostum, Kato’nun babasını buldum. Meğer Zagreb’teymiş itin sahibi…

Monday 13 September 2010

Champeroux

10 gündür kaldığım yerle ilgili yazacağımı daha önce söylemiştim size... Ama anlaşılan yalan söylemişim. Çünkü çok fazla şey yazmayacağım size... Sadece çektiğim bir video var. Onu göstermekle yetineceğim...



Öpüyorum...
Ama siz bunu zaten biliyorsunuz...

Tuesday 7 September 2010

Ramazan Münasebeti

Herkese sevgiler, saygılar...

Ramazan bayramınızı kutlarım. Burada böyle şeyleri pek kutlamıyorlar. Ben kutlayayım dedim...

Ellerinizden öpüyorum... Bayram harçlığı vermek isteyenlere mail aracılığıyla banka hesap numaramı verebilirim. Harçlık veremeyenlere de "niyet önemli" diyorum ve hepinizi tekrar öpüyorum...

Ve, hayır... Oruç tutmadım... Burada top atılmıyor... Atılırsa insanlar korkarmış, savaş başladı diye... Çok çekti bu Fransız halkı 2. dünya savaşından.

Monday 6 September 2010

Sadece Bir Tür Araç Kaldı

Selam herkese,
Biliyorum blog'u biraz boşlamış bulunuyorum. Umarım kızmazsınız..
Bu aralar, yeni bir yerleşim yerindeyim. Champeroux diye biliniyor burası. Yine bir komünite. Yine komposto tuvalet muhabbeti falan... Ama sanırım artık alıştım, ve sanırım kıçım da alıştı.. Burası hakkında daha sonra yazacağım sizlere..

Asıl anlatmak istediğim ise otostop ile ilgili... Şu ana kadar, otostop sırasında her türlü arabaya bindim sanırım. Motorsiklet, traktör, jip, mini van, normal arabalar (bunlara en süpersel arabalar da dahil- uçarak gittiğimiz arabaları kastediyorum), tır, kamyon...

Otostop çekmediğim iki tür araç -karayolunu kullanan araçlardan bahsediyorum- kalmıştı:
Bir tanesi karavan, diğeri de üstü açılabilen araba...
Sonunda ikincisine binmeyi de başardım gençler...
Yan tarafta hoş bir bayanın aracına binmekten gurur duyan halimi görüyorsunuz. Daha çok şeberiyormuşum gibi gözükebilir size ama yakından bakarsanız içinde tatlı bir gururu taşıdığını da görebilirsiniz.

Hepinizi seviyorum..
Öpücükler...

Wednesday 25 August 2010

Az Önce Ağızlara Layık Bir Kek Yedim

Merhaba,

Aranızdan bazıları (annem oluyor kendileri) bu çocuğun buralarda ne yiyip içtiğini merak ediyor olabilir... Az önce, çok güzel bir brownie yedim. Akşam yemeği sonrası tatlısı...

Buralarda yemekler, neredeyse her zaman çok güzel oluyor. Bahçeden toplanan sebzelerle meyvelerle salata tarzı aperatifler; makarna-prinç ikilisinin farklı kombinasyonlarından oluşan mükemmele yakın soslarla bezenmiş yemekler falan yeniyor. Arada tatlı seçenekleri sunuluyor...

İçecek olarak, genelde bira oluyor tercihim. Farklı meyvesuları, şarap, kahve, ara sıra da çay tercihlerim arasında yer alıyor.
Ayrıca müzik dinlemekten, kitap okumaktan hoşlanırım. Yarışmacı arkadaşlara başarılar dilerim..

Neyse, az önce çok güzel bir brownie yedim...

öpüyorum

Sunday 22 August 2010

La Sorga

Selam herkese,
Biraz da, bir süredir yaşadığım yerden bahsedeyim size...
La Sorga...
Hemen söyleyeyim, bazı ilginç şeyler dışında burası gayet güzel bir yer. Geldiğimizin ikinci günü bir mağaraya gittik. Gizliden gizliye gecenin bir vakti, bir yerlerde bir mağara girişi bulduk. Kıyafetler falan giyildi. Aynen mağaraya hücum. Yaklaşık on kişi falandık. Bol bol içki içildi, kafalar güzel bir şekilde mağaraya geçiş yapıldı.

Bu sarı şık kıyafetin içindeki bebe benim...
Giymesi zor, çıkarması zor bir kıyafet. Mağaraya girmeden önce de demlendik biraz.




O kadar dar, o kadar sıkışık yerlerden geçtik ki, bir yandan çok korkutucu, diğer yandan, inanılmaz derecede de eğlenceliydi. Yandaki fotoğrafta, küçücük girişin içindeki eleman Çiko. Fotoğrafa gülümseyenler de Benjamin ve Thierry..

3-4 saat mağaralarda gezinerek zamanımızı geçirdik. Çok eğlenceliydi.

Buralarda hayat çok sakin geçiyor. Günde 4-5 saat çalışıp - çalışmak derken, öyle sabahın köründe kalkmaktan behsetmiyorum, kafana göre uyanınca millete yardım ediyorsun- akşam üzeri takılmacalar falan... İnsanlar iyi, sevecen, yardımsever...
Bir de anlatmam gereken bir şey var: Tuvalet işi
İşte, tuvalet diye tabir edilen yer burası. Büyük bir kovaya yapıyoruz yapacağımızı. Su yok, musluk yok...





Ama sıkı durun, bunlar sorun olmayabilir sizin için. Bir de şu yandaki durum var: (Türkçesi)
Komposto Tuvaletine Hoşgeldiniz.
Mümkünse, işemekten kaçının. İşiniz bitince, tuvalete bir kap odun talaşı atın...

Taharet musluğu.... Özledim seni...

Tek bir sorunum var. O da Türkçe konuşmayı özlüyorum bazen. Ya da şöyle diyeyim, bazen hakkaten konuşmayı özlüyorum. Çok az kişi İngilizce konuşuyor. (Tahmin edebileceğiniz gibi, kimse Türkçe konuşmuyor.) Bu da bazen can sıkıcı bir hal alıyor, konuşmayı seven bir adamın, hatta saçmalamalarıyla ünlü bir adamın hiç konuşamaması, saçmalama işini de İngilizce becerememesi, hakikaten de can sıkıcı olabiliyor.
Tek tesellim içki... Şaka lan şaka.. Ne içkisi... Hergün içiliyor burada ama teselli niteliğinde değil. Şaka lan... Ciddiyim..

Neyse güzel insanlar, bir kaç gündür hasta gibiydim. Hatta dün bir kusma olayı yaşadım. Ama akşamında çok iyiydi durumum.. Korkacak bir şey yok.

Bir kaç gündür sorguluyorum kendimi: Böyle bir yolculuğa çıkmakla hata mı ettim?
Bunun üzerine çok düşündüm. Düşündüm, düşündüm, düşündüm... Ve şöyle bir sonuca vardım:
Bence çok iyi etmişim. Gayet keyifli, sorunsuz, sıkıntısız bir hayat yaşıyorum. Ve işin en güzel tarafı, istediğim an istediğimi yapabiliyorum. Hiçbir bağım yok, hiçbir yerle...
Bu da beni bir hayli motive ediyor açıkçası... Bir hafta kadar daha buralardayım... Sonra da istediğim bir ara kaçacağım. Yolculuğa devam...

Öpücükler...

Monday 16 August 2010

Follower'larım ve Kim Olduklarını Bilmeme Sorunsalı

Merhaba kim olduğunu bilmediğim takipçilerim.. Nasılsınız? Umarım süpersinizdir..
Ben de iyiyim, sağ olun.. Hala aynı komünitede takılmasyon hayat yaşıyorum. Burası çok güzel bir yer. Burasıyla ilgili izlenimler daha sonra aktarılacak blog'a.

Şimdi sizden bir iki isteğim olacak... Neden profil fotoğrafı olarak bir resminizi koymaktan ziyade ilginç ilginç resimler yerleştiriyorsunuz? Bir de neden kendi isminizi kullanmıyorsunuz? Hadi sizi bir şekilde anladım diyelim, neden böyle gizli saklı davrandığınızı, isim-resim konusundaki gizliliğinizi. Sizi de CIA arıyor olabilir. Bunlar sadece filmlerde olacak şeyler değil. Ya da kendinizden nefret neyn ediyor olabilirsiniz. Bunlar anlaşılır şeyler...

O zaman şöyle bir mail atın bana: Alper'im Konali'm, bak ben senin blog'una üye oldum. Takip ediyoruz ailecek... Kullanıcı adım şu, orada... Ama aslında benim adım bu bu.. Ne güzel olurdu, değil mi?



Merhaba, ben yeni takipçin: çikolotti... Bil bakalım ben kimim?
Olmuş mu?
Olmamış...


Ama yine de hepinizi çok seviyorum... Güzel insanlar sizi...

Thursday 12 August 2010

Brüksel Sıkıntısı, Reggae, Çiko

Brüksel’den sonra tekrar karşınızdayım.


Neler oldu Brüksel’in Leuven kasabasında? Hemen söyleyeyim: Çok ilginç bir çiftlik yaşamında çok ilginç insanlarla çok ilginç konular üzerine çok ilginç sohbetler ettik. Yok lan, şaka şaka… Çok ilginç sohbet nerede edecez, kimse ortak bir dil kullanmıyor ki…


Bir kere, bulunduğumuz mekan tamamen bir köy yeri gibiydi. Küçük bir köy gibi… Kahvehanesi eksik sadece… Tavuklar, başıboş köpekler, köy kokusu, köy hayvanı kokan mutfak, selam sabahı unutmuş insanlar falan… Çok garip bir yerdi.. Ayrıntılı bilgi için: De Beraklauw

Burada mekan çok şık gibi gösteriliyor, ama inanın değil...


Şimdi diyeceksiniz ki “Madem öyle bir yerdi bu Beraklauw denen yer, neden 9 gününü orada yedin bitirdin?” Hemen cevap vereyim, çünkü hafta sonu Geel denen yerde bir festival vardı. Reggae festivali. Bob Marley falan… Biz de çapati (tipik Hint ekmeği) yapıp satmaya çalıştık. Olmadı tabii. 30 tane falan sattık. Barış – ki Barış benim için Beraklauw’u yaşanır kılan tek neşe kaynağımdı –, ben, bir de Ivan denen İspanyol arkadaş… Biz ona “Çiko” diye hitap etmeye başladık. Bundan sonra da ondan Çiko diye söz edeceğim.


Neyse, biz 3 bebe, yaptığımız 450 çapatinin 30’unu zar zor satıp planladığımız başarıya ulaşamayınca biz de sittirettik çapati satma işini. Kendimizi içkiye ve eğlenceye verdik. 30 boş plastik bira bardağı toplayana 1 bira verildiğini duyduk ve yerden, sağdan soldan boş bira bardağı toplamaya karar verdik. Topladığımız bardak sayısı, yalan söylemeyeyim ama, tüm gece boyunca 1000’i falan geçti. Çünkü bir kere 14 bira bileti, diğer seferde de 15 bilet aldığımızı hatırlıyorum. Öncesinde tek tek toplanan biletler de var… Artık hesabı siz yapın derim ben..


Gecenin sonunda reggae müziğine dayanamayacak bir halde çadırıma gittiğimi hatırlıyorum.

Festival kafamız bir dünya, keyfimiz yerinde geçip gitti, derken tabii yine Beraklauw’a dönme vakti geldi çattı. Pazar gecesini orada geçirip ertesi gün aynen kaçış…


Barış zibidisi Berlin’e dönüş yaptı. Ben de Çiko’yla, Çiko’nun daha önce 8 ayını geçirdiği Fransa’nın bir yerindeki başka bir çiftliğe doğru yola koyuldum.

Yurena'nın arabasıyla Fransa'nın bi yerine kadar gittik.


Bu yolculuktan bahsetmeden önce size biraz Çiko’dan bahsedeyim. Bu adam İspanyol. 24 yaşında ve iki sendir yollarda. Herif bir sene boyunca İspanya’yı dolaşmış, Portekiz’e gitmiş, sonra Fransa’da, bu bahsedeceğim komünitede 8 ay yaşamış falan falan. Anlattığına göre yola çıkarken cebinde 6 € varmış. Otostopla gezmiş. Orada burada yatmış, sağda solda iş yapıp kazandığı parayla yola devam etmiş. Yaşadığı komünitelerden kıyafet, yiyecek, çadır falan sağlamış kendine. Çok süper bir çocuk. Beş parasız yaşıyor hayatını, ama şu ana kadar gördüğüm en keyifli, en mutlu adamlardan bir tanesi. Korkmayın korkmayın… Böyle bir yaşamı seçmeyeceğim (Anneniz-babanız sizin de blog’unuzu okusaydı siz de böyle telkin edici cümleleri blog’unuza sıkıştırmak zorunda kalırdınız).

Ama bu adam bana hakkaten de beş parasız hayatta kalınabileceğini ve bir insanın en küçük bir şeyden nasıl da mutlu olabileceğini gösterdi.


Neyse, biz bu adamla 3 gün otostop motostop, biletsiz trene binip, trenden atılmalar falan, bir şekilde Fransa’nın Sarlat denen kasabasına vardık. Bir gece Paris’te bir kanalın yanında sokakta tanıştığımız bir kız bir erkek iki gezginle beraber dışarıda uyku tulumlarında yattık. Bir gece de Orleans yakınlarında bir kasabada bir evin arka bahçesinde zıbardık. Sabah Belçikalı bir çift bizi yoldan aldı. Bunların kanına girdik. Bizimle gelmelerini sağladık. Onlar da tatildeymiş, kafalarına göre takılıyorlarmış falan. En sonunda istediğimiz yere vardık. Burası da bir komünite. Çiftlik gibi. Ama köy yeri gibi değil. Adı La Sorga. Daha yeni geldik. Çok güzel bir yere benziyor. Bakalım… En kısa zamanda burası ile ilgili de yazacağım size..


Öpüyorum…

Wednesday 4 August 2010

Berlin Anıları ve Yeni Yerleşim Yeri

Selam herkese,
Yine küçük bir aradan sonra blog'u güncelleme zamanı... Ahhhh Berlin!!! Ne şehir.
Şimdi anlatayım size Berlin'de gördüklerimi yaptıklarımı. Berlin denen yer resmen sanata adanmış, çöplük gibi bir şehir. yaptığın herşey sanat adı altında katlanılabilir hale sokuluyor. Sıcaktan mı bunaldın? Çıkar donunu atletini, sokakta çıplak dolaş. küçük şaşırmalar dışında sokakta kimse yadırgamıyor. Elinde bir şişe ve çatal mı var, vur çatalı şişeye otur bir yere, tuttur ritmini, millet sana para versin... Sanat...
Neyse, ilginç bir şehir işte. Ben size beni paşalar gibi ağırlayan arkadaşım Zeki'den bahsetmek istiyorum. Adam tam bir organizasyon adamı. Başın mı sıkıştı. Ara Zeki'yi çözüm bulsun. Süper bir şahıs kendisi. Süpersel stüdyomsu evinde ağırladı beni. Bisiklet kiraladık, şehirde küçük bir tur yaparak gerekli gereksiz tüm bilgileri verdi Zeki.
Alkışlarınızı duyar gibiyim... Ben de çok alkışladım Zeki'yi.. Neyse Zeki'yi övme işini bir yana bırakalım. Süper insan... Yeter..
Bütün bir haftayı Zeki'de kalarak geçirmedim tabii. İki yıl önce evimde ağırladığım bir arkadaşla karşılaştım Berlin'de. Bu yandaki zibidinin adı Barış... Kendisi bir yönetmen. Son filmi için Berlin'e gelmiş. Herif çok eğlenceli bir adam. Her akşam Berlin'de köprüye gidip içiyorduk falan falan.. Bunun arkadaşı var bir de, Marija. Sırp... Marija Belçika'daki çiftlikte çalışma işinden bahsetti.. Biz de gaza geldik Barış'la. Hadi dedik gidelim otostopla. Berlin-Brüksel... İki gün. Yukarıdaki fotoğrafta da Barış'la beni görüyorsunuz... Burada 5 saate yakın bekledik. Moraller bozuk falan... Neyse ki yakında bir Burger King vardı. Oraya yemeğe gittik 5 saat sonunda. Türk bir adamla tanıştık orada. Murat abiydi sanırım adı... Adam bizi çok şık bir yere bıraktı. Sonrası da çorap söküğü gibi geldi falan falan...
Şimdi nerede miyim? Belçika'nın Brüksel kentinin Leuven denen taraflarındayım... Bir çiftlikte. Burada biraz iş yapıp beleşe kalıp beleşe yiyoruz. Bayağı bir kişi var etrafta. Yaklaşık 20 kişiyiz. Her dilde konuşuluyor burada herkes birbirini anlar gibi davranıp bir bok anlamıyor. Çok eğlenceli oluyor bazen. Bazen de çok sıkıcı.
Neyse burasıyla ilgili şeyleri sonra yazarım sanırım...
Öpücükler...

Friday 23 July 2010

Berlin in Berlin

Dostlar,
Berlin cok ama cok ilginc bir sehir.
Etrafta ciplak dolasan adamlar, sokak sanatcilari, geyler, lezbiyenler, icenler, sicanlar, iseyenler... Ne ararsaniz var.

Bakalim... Bir turlu cikamiyorsun bu sehirden. Hergun ayri bir guzel...

Sunday 18 July 2010

Lozan Sonrası, Berlin Öncesi


Sabah 10 gibi ben yine yollara düştüm. Amaç, bir günde (geçen cuma) Berlin'de olmaktı. Tahmin edebileceğiniz gibi, bir günde 1000 km'lik yolu gitmek, hem de otostopla, çok da kolay olmuyormuş. Zürih yakınlarında bir yerde, nerede olduğunu dahi bilmiyorum, gecenin bir vakti aniden yağmur bastırdı. Gençler, çadırımı ikinci kez yağmur testine tabi tuttum, hem de kendimi de test ederek. Yağmur altında bir çadırı kurmak ne kadar zormuş bunu gördüm. Karanlıkta ve sağanak altında, yumurta göte sıkışınca, inanın, iki dakikada kurabiliyormuşsun. Neyse, hemen çantaları ve kendimi içine attım. Geceyi netbookum'la, Dr House'tan 3 bölüm izleyerek geçirdim. Sonra yağmur şıpırtılarıyla uykuya dalmışım.

Uyanışın ardından, istikamet Almanya sınırıydı ve ben "Akşam Berlin'de olmalıyım" parolasıyla yola çıktım. İşin ilginci, yine olamadım. Bir oraya git, bir buraya, iki saat beklemeler, otobanda otostop çekemezsinler falan, sizi yormayacam gereksiz ayrıntılarla, en sonunda adını bilmediğim, neresi olduğundan haberim olmayan yerlerde otostop çekerken buldum kendimi çoğu kez. Bu yolculuklar sırasında, yeni yeni insanlar tanıdım, teyzelerle, amcalarla, küçücük ufacık bebişlerle yolculuk ettim. Avrupa'nın en büyük şelalesini gördüm, falan falan.









Bunlar da çok önemli değil, aslında... Şimdi size belki de adını bile hiç duymadığınız bir şehirden bahsedeceğim. Ve tanıştığım inanılmaz insanlardan...
Şehrimizin adı Würzburg... Daha önce duymamıştınız değil mi? Şahsen ben duymamıştım. Kenarından, köşesinden geçeceğim bir şehirdi haritada. Ne mi oldu? Neden mi benim için bu kadar önemli bu şehir? Anlatayım...
Yandaki karede gördüğünüz arkadaşlar, iki kuzen. Canlarım benim. Bu arkadaşlar Würzburg'a bir konser için gidiyorlarmışmış. Ne konseri mi?
Onu da söyleyeyim... Mark Knopfler... Kim mi? Dire Straits'in solisti ve gitaristi.. Sultans of Swing var ya, onu çalan ve söyleyen adam... Müzik duayenlerince bir gitar ilahı...
Bilmeyenler için:
http://en.wikipedia.org/wiki/Mark_Knopfler

Neyse, bunların fazladan bir bileti varmış. Beni de davet ettiler... Aynen kabul ettim.
Tekrar ediyorum: Kim demiş otostop çekmek tehlikeli diye? Bu konser benim için mükemmlel bir sürpriz oldu. İnanılmaz bir şey.
Kuzenlerinin evine gittik bileti almak için. Tüm aile oradaydı. Müthiş bir aile. Neşeli, sevecen, iyiliksever, dost canlısı...
Biz bunlarla, hepberaber konsere gittik... Ve evet, Mark Knopfler harikaydı. Tam anlamıyla muhteşemdi.
Bu inanılmaz bir şans, müthiş bir sürprizdi benim için... Canlarım benim.. Süper insanlarala süper bir konser... (Resmin üzerine tıklarsanız resmi daha büyük görebilirsiniz. Ortadaki oturarak çalan adam Mark Knopfler)
Bu günün gecesinde, tren istasyonunda yatma durumunda kaldım. Meğersem bebelerin de kalacak yeri yokmuş, otelde kalacaklarmış... Sorun değil... Kapalı bir yer olduktan sonra heryerde uyuyabilirim...

Friday 16 July 2010

İsviçre

Bu ülkeyi daha ülkeye girmeden çok sevdim.
İtalya sınırından çıkar çıkmaz otostop için yandaki süpersel tatlı kız durdu. Rohel adındaki bu fıstıkla bir saat kadar yolculuk yaptık. Evine davet edip yemek hazırlamayı önerdi. Tabii ki kabul ettim.. bir bedava yemek... iki süpersel de eğlenceli bir insan..

Neyse, yemekler yendi biralar neyn içildi.. Yolculuğa devam... Herkesin, "eeee?" der gibi olduğunu duyuyorum şimdiden.. Bişey olmadı cicilerim. Olsaydı da sizlere anlatacak kadar aşağılık bir pislik değilim... Özel hayata biraz saygı canım!
Nerede kalmıştık? Bir buçuk iki saat sonra Lozan kentinin Ouchy sahillerinde buldum kendimi. Zaten burada hepinize Lozan'dayım, Ölmedim mesajını attım...
Burada da sahilde bir grupla tanıştım. İçki içildi, müzik yapıldı, bayağı eğlenildi.. Sonra da sahilde yattım. Sabah kalkıp göle girdim. Kalvaltı yaptım. Eren'i bekledim.
Neyse bu kadar...



Lozan... Güzel mekan... Herşey kurallarıyla işliyor. İnsanlar kurallara uyuyor. Uymayan cezalandırılıyor. Değişik bir yer.. Bir kere, iki katlı şehir. Nasıl mı? İşte ilginç bir durum. Şehrin alt katı var... Merdivenden çıkıyorsun, asansöre biniyorsun. Şehrin üst katına çıkıyorsun. Çok ilginç bir şehir..

Hırvatistan- İtalya

Arnavutluk sınırından 6 saat yolculuk. Hırvatistan'ın Split kentindeydim... Sabaha karşı gişelerde bi yere çöktüm uyudum bir kaç saat. Sonrasında şehir merkezine ve limana gidip İtalya için feribot bileti aldım. Akşam 10'daymışmış.. Saat sabah 10... 12 saatim var..

Dışarısı çok sıcak, gezecek çok yer yok mekanda. Hep eski yapılar falan... Sevenler sever... Pek bana göre değil böyle yapıları görmek.. Yanında rehber olmayınca mal gibi bakıp fotoğrafını çekiyorsun böyle :)


Bir kaç saat bi yerde oturup oradaki insanlarla muhabbet edip zaman öldürdüm. Geminin kalkış saatine kadar..

Sonra da Ancona'ya yolculuk...
11 saatlik yolculuktan sonra İtalya topraklarına ayak bastım. Gemide birileriyle muhabbet ederek, yeri geldiğinde uyuyarak geçti yolculuk.

İtalya'da otostop geçmişim hiç parlak değil aslında. Daha önceki gezimizde saatlerce bekleyip hiç kimsenin durmadığına şahit olmuştuk ve tren yoluyla yolculuğu tercih etmiştik. Neyse, bu sefer pek de öyle olmadı.

Yandaki çift Ancona'dan Bologna'ya kadar götürdü beni... Bologna girişinde otobanda bıraktılar beni. Sonrasında sancılı bir yolculuk başladı. Otoyol görevlileri beni yoldan alıp, otobandan çıkardılar ve normal bir yolun orada bırkatılar. Neyse bu da iyi oldu. Acayip güzel yeşillik alanlarda yolculuk ettim, bir iki süper insanla tanıştım.
Bunlardan biri de yandaki Romeo. Eski hippi dostum. Beni görünce gençliğini hatırlamış, falan falan.. Şimdi RedCross'ta gönüllü olarak çalışıyormuş. Beraber çok eğlenceli bir yolculuk geçirdik. Bee Gees'ler dinlendi, mola verilip kahveler içildi. Falan falan...
Neyse gençlik, En sonunda bir şekilde Milan'a vardım. Gece yağmur yağdı yağacak bir pozisyondaydı. Ben de hemen attım çadırı otoban kenarına. Tabii ki yağmur yağmakta gecikmedi... Ama sorun yok.. Merak etmeyin. Yağmurlu günler için aldık bu çadırı...
Sabah bir iki kişinin sesine uyandım. Ve yine otoban görevlileri tarafından otobandan atıldım.
Neyse sağlık olsun... Sonunda güzel bir kahvaltıdan sonra tekrar yollara düştüm.
Bu sefer sınırı geçmem gerekiyordu... İtalya'dan çok sıkıldım. Yine saatlerce bir yolculuğun ardından en sonunda İtalya-İsviçre sınırına geldim.

Montenegro... Diğer Adı Karadağ

Arnavutluk sınırından akşam vakti beni Macaristanlı bir adam aldı. Dostumuz Hırvatistan'a kadar gidecekmiş... Yaklaşık 6 saat yolculuk yaptık. Gördüğüm kadarıyla mükemmel bir ülke. Gece 12 civarı yollarda otostop çekeninsanlar gördüm. Yaşlı teyzeler tatlı hatunlar falan...

Bir de yolculuk sırasında şunu farkettim
Monten = mountain = dağ
negro = negro = zenci = kara
montenegro = karadağ

Kara kelimesi için zenci kullanılması, evet, beni de rahatsız etti... Irkçı pislikler :)
Sonra da bu buluşumdan dolayı kendimle saçma bir gurur duydum. Bu mutluluğı ve bu bilgiyi yanımdaki adamla da paylaştım... Çok etkilenmedi... Bence çok şık!

Wednesday 14 July 2010

Arnavutluk

Bu ülkeyi başlı başına ayrı bir post yaptım. Anlatacak çok şey var çünkü... Ama çok da iyi şeyler değil..

Birincisi... Eğer ki Arnavutluk'u ziyaret edeyim, diyorsanız, etmeyin. Gerçekten etmeyin. Hayatımda bu kadar çapulcu, hırsız bir halk görmedim.

Otostop çekiyorsun para istiyorlar. Soru soruyorsun para istiyorlar. Ne fakirmişsiniz be arkadaş... Bi yerde dolanıyorsun, sırtında koca çantayı görünce, normal arabalardan bile sana sesleniyorlar "taksi!" diye. Manyak mısın be arkadaş? Sana ne!

Neyse, yolda İrlanda asıllı, Kanadalı ve 12 yıldır Çin'de yaşayan biriyle tanıştım. Kafa karıştıcı değil mi? David miydi neydi adı, hatırlamıyorum tam. Yolculukta o kadar çok kişiyle tanışıyorum ki, hepsinin adını hatırlamak bazen zor olabiliyor.
Neyse, bu adamı da kandırdım otostopla Elbasani'ye kadar yol aldık. Tabii ki para istedi sürücü.. Sağolsun David karşıladı.

En sonunda David'le Tiran'a vardık bir şekilde... Burası David'i son gördüğüm yerdi.

Şimdi sıra Tiran'dan Karadağ sınırına ulaşmaktaydı. Bir kaç Euro'ya biriyle anlaştım. Beni sınırdaki köye kadar bıraktı.

Oradan bir sonraki köye yandaki resimdeki avukat götürdü beni. Adama "Param yok yalnız" dedim.
"Sorun değil" dedi, şaşırttı beni. Meğersem adam avukatmış.. Paraya da ihtiyacı yokmuş.




Bıraktığı yerde Alben (resimde ortadaki) diye biriyle tanıştım. Türk olduğumu söyledim. Bu adam da Türkiye'de çalışmış daha önce. Beni kahve içmeye davet etti. Bi kafede arkadaşlarıyla beraber kahve içtik. Sonra da, sağolsun, beni sınıra kadar bıraktılar.

Asıl sorunu sınırdan çıkarken yaşadım. Görevliye pasaportumu verdim. Adam evirdi çevirdi, baktı, baktı. "Problem" dedi. Dedim ki "Sorun ne?". Tek bir cevap alıyordum adamdan: Problem...
Otel rezervasyonun yok, diyor, yok efendim neyle yolculuk edeceksin Karadağ'da diyor. Ne pislikmişsiniz be arkadaş! Sana ne? Bu Kardağ'ın sorunu senin değil ki... Ülkenden çıkıyorum. Bırak gideyim... Yarım saat uğraştırdıktan sonra "Coffee money" dedi adam, Rüşvet istiyor pislik. Neyse, cebimde 2-3 Euro'ya karşılık gelen Arnavutluk parası vardı verdim. Önce bi kabul etmedi. "Bu ne?" dedi... Elimdeki paranın bu kadardan ibaret olduğunu, başka hiç bir şeyimin olmadığını söyledim de anca "tamam" dedi..

Eğer ki Arnavutluk'a gitmek gibi bir planınız olursa- ki neden olsun?- sakın ola gitmeyin, derim ben.

Üsküp-Sırbistan Sınırı

Üsküp'ten Sırbistan'a doğru yola çıktım. Gece 1-2 gibi Sırbistan sınırındaydım. Adi herifler vizemin geçerli olmadığını iddia ettiler.. Neymiş efendim, benim C sınıfı vizem varmış da , onlar D sınıfı Schengen vize istiyorlarmışmış...

Gece 2'de geri dönmek zorunda kaldım. Neyse, beni alan tır şoförü bi güzellik yaptı. Arkadaşının resepsiyonist olduğu bir otelde oda ayarladı. Bedava... Geceyi orada geçirdim. Sabahın köründe yine yollara düştüm..


Neyse, aynen Arnavutluk sınırına doğru yola koyuldum.

Bir kaç saatlik yolculuktan sonra sıra Arnavutluk sınırını zorlamadaydı...

Tuesday 13 July 2010

Selanik - Üsküp

Kardeş vatan Yunanistan'ın güzide kenti Selanik'ten Makedonya sınırına kadar anlatacak pek bir olay olmadı.

Yandaki resimdeki dostumun bana frappe ısmarlaması dışında...


Çok şık olaylar yaşıyorum a dostlar... Kim demiş otostop tehlikeli diye?

Makedonya sınırında ise insanı çok güzel karşılıyorlar. Bir de Türk olmamın getirisi var sanırım. Makedonya Türkleri birbirini koruyor muymuş neymiş... Sınırda bir Makedon Türk vardı. yardımcı oldu bana.

Sınırdan Üsküp yakınlarına kadar tek bir tır aracılığıyla gittim. Çat-pat Türkçe konuşan abiyle 3,5 saat kadar beraber yol aldık.
"Dünya'nın en iyi şoförleri Türk şoförleridir." TŞOF'un uydurma sözü... Doğrusu şu:
"Dünya'nın en iyi şoförleri Tır şoförleridir."

İpsala'ya Varış (08.07.2010)

Saatlerce süren yolculuktan sonra İpsala'ya gece 02:30'da vardım.
Bilmeyenler için söylüyorum: İpsala Yunanistan'la sınır kapımız... Kızların çıplak doaştığı şahane bir yer. Cennet...
Şaka şaka, yok öyle bir şey.
Geceyi yolcu bekleme salonunda uyuyarak geçirdim. Sabah uyandığımda (saat 8-9 gibi) delicesine yağmur yağıyordu... Otostopla yolculuk yaparken yağmurlu bir sabaha uyanmak çok da güzel bir şey olmuyor. Biraz bekleyip yollara düştüm tekrar.

Buradan tırcı bir abiyle (Koca Yusuf) beraber Selanik'e kadar yol aldık.

Bir ara biraz mola verip kahve içip kek-mek yediydik..



"Dünya'da çalışılacağını bilselerdi doğmaktan vaz geçerlerdi."
Koca Yusuf'un Yunan halkı için yorumu... Çok süper bir adam.. Çok güldürdü beni..

Monday 12 July 2010

Gençler, Ölmedim. Lozan'dayım...

Selam herkese,

Uzun süre sessiz kaldım.. Yollarda leş gibi, gebeş gibi dolaşırken anca fırsat bulabildim..
Merak etmeyin..

Şimdi, Eren denen arkadaşımla buluşacam... Herifi arıyorum arıyorum açmıyo...

Şehirde geçen ilk gecem olacak sanırım... Habire arabalarda uyumalar, yol kenarlarında sürtmelerle geçti günlerim gecelerim...

Daha sonra ayrıntılı bir biçimde yazacağım bu yolculukların hepsini... Hepsini demeyeyim de aklıma gelenleri...

Neyse, canlar..
Şimdilik bu kadar. Eren'le bir buluşalım da önce...

Öpücüklerimle..











Bu arada, yukarıda şu ana kadar aldığım yol gözüküyor... Az yol gitmişim gibi bir his olmasın aklınızda, yakarım... Canım çıktı... Ama çok şık oldu. Ayrıntılar sonra.

Sunday 4 July 2010

On the Way to Istanbul / İstanbul Yolunda

On the way to Istanbul, I saw this road sign(it says that it is forbidden to get in/off passenger on the highway) when I got off one of the cars that I hitch-hiked.

İstanbul yolunda, Gebze taraflarında otostop çektiğim arabalardan birinden indiğimde bu uyarıyla karşılaştım.

Friday 2 July 2010

Preparation-Saying Goodbye / Hazırlık-Elveda

For the last day at work place, ex-flatmates (my lovely friends-Ayşegül, Alper & Kato) and I prepared some food to share with our colleagues.
_________________________________________
Son iş günü için eski ev arkadaşlarım (canlarım-Ayşegül, Alper & Kato) ve ben, iş arkadaşlarıyla kutlamak için kısır ve ayran ikilisini hazırladık.

We went shopping... / Alışverişe gittik...














We worked our ass in the kitchen... / Kısır hazırlanırken mutfakta canımız çıktı...













It was the last meal with my colleagues... / İş arkadaşlarıyla son yemek....



Tuesday 15 June 2010

first trial


one small step for me,
nothing for humanity...
_________________
benim için küçük bir adım,
insanlık için hiçbir şey